top of page

Doğan Kuban | Röportaj

 

Türkiye’nin ilk ve en önemli mimarlık tarihçilerinden olan Prof. Doğan Kuban, Türk kültür ve mimarlık hayatına yarım asırdır önemli katkılar sağlıyor. Çalışmalarının kültürsüzlüğün duvarına çarptığını ve salt entelektüel çabanın yeterli olmadığını söyleyen Kuban, “Türkiye’yi kurtaracak tek şey ‘akıl’ ve ‘bilim’dir” diyor.

Çerkez göçmeni bir aileden gelen babam 1926 Fransız Harp Akademisi’nde okurken ben de Paris’te doğmuşum. Çerkezlerden çok asker çıkar. O da Sarıkamış’ta Ruslara esir düşen bir subaydı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Fransız Harp Akademisi’ne eğitim görmek için gönderilmiş bir-iki subaydan birisiydi. Berlin askeri ataşeliği, Harp Akademisi’nde hocalık, Genel Kurmay Başkanlığı’nda Haber Alma Servisi başkanlığı ve Anadolu’nun çeşitli yerlerinde komutanlıklar yaptı. Eğitim hayatıma Berlin’de bir Kindergarten’da başladım. Altı yaşındayken İstanbul’a geldik. Çocukluk ve gençlik yıllarım Elazığ, Eğirdir, Denizli ve Ankara gibi şehirlerde geçti. Bu, Anadolu’yu  tanımam açısından büyük bir şanstı. Mimarlık tarihçisi olarak da 1950’lilerin Anadolu’sunu köşe bucak dolaştım. Anadolu’nun Osmanlı halini iyi bilirim. Çok kitap okuyan bir çocuktum. Babam, hangi şehirde olursak olalım tüm çocuk yayınlarını takip etmemizi sağlardı. Hayat Ansiklopedisi’ni baştan sona okumaya kalkmış ve çoğunu da bitirmiştim. Ömrüm boyunca okudum hala da doymaz bir okuyucuyum...

Hasan Ali Yücel’in Milli Eğitim Bakanı olduğu dönemde Ankara Gazi Lisesi’ni bitirdim. Sık sık okulu ziyaret ederdi. Gazi Lisesi, yeni kurulan cumhuriyetin en önem verdiği okullardan birisiydi. Atatürk ilkeleriyle yetişiyorduk. Ulus olma süreci içinde yaşanıyordu. Laik cumhuriyetin işçileriydik. O dönemde Ankara’da bir kız bir de erkek lisesi vardı. Sınıfımızda 13 bakan ve milletvekili oğlu bulunuyordu.  Ankara da yeni kuruluyordu. Nüfus 150 bin civarındaydı. Kızılay’dan çıkıp Maltepe Köprüsü’nü geçtikten sonra Ankara biterdi. Çoğunu Almanların yaptığı çağdaş mimari yapıtlar vardı. Sümerbank, Merkez Bankası, İnönü Kız Enstitüsü, Sergi Evi, Gar, Bakanlıklar ve Cumhurbaşkanlığı Köşkü modern mimari tarihimizin önemli yapıtları arasındadır.  Bugünle karşılaştırınca o dönem bana olağanüstü bir sağduyu ve dürüstlük ortamı gibi gözüküyor.

Emin Onat akrabamızdı
İlk ve orta öğretimde çok iyi bir öğrenciydim. Fen şubesinde okumama rağmen felsefe ve edebiyatla da çok ilgilenirdim. Bu yüzden lise sonrası meslek seçiminde zorlanmıştım. Teknik Üniversite’de mimarlık fakültesinin kurucularından olan Emin Onat akrabamızdı ve Ankara’ya geldiğinde bize sık sık uğrardı. Liseyi bitirirken ne olacağımı sormuş, ben de herhalde Yüksek Mühendis Mektebi’nin ününden etkilenerek mühendislik okuyacağımı ve gemi mühendisliğini düşündüğümü söylemiştim. O da Türkiye’de henüz gemi bile inşa edilmediğini söyleyerek, mimar olmamı tavsiye etmişti. Sınava girmiş ve kazanmıştım. İnşaat, makine, mimarlık ve elektrik olmak üzere dört şube vardı. Bu dört şube üç sene beraber okur, sonradan ayrılırlardı. İnşaat şubesinden sekiz kişi mimarlığı seçmişti.

Okulun eğitimi beş seneye düşürülünce, başarılı öğrencileri doğrudan ikinci sınıfa almak için bir sınav açılmış, ben ise sınavlara girmemiştim. Sonradan Onat ısrar edince girmeye karar vermiş, ama biraz geç kalmıştım. Hocalar laboratuvarlarda bekliyorlar kim gelirse imtihan ediyorlardı. Matematik ve kimya sınavlarında başarılı olmuştum. En son fizik laboratuvarına gittiğimde Doçent Celal Bey, sert sert bakıp “Yalnız seni mi imtihan edeceğiz, bıktık artık” deyip beni kovalamıştı. Fizik sınavına giremediğim için birinci sınıfı okumak zorunda kalmıştım. İkinci sınıfta okulun ismi İstanbul Teknik Üniversitesi’ne dönüşmüş ve mimarlık fakültesi diğer bölümlerden ayrılmıştı. Öğrenci sayımız artmıştı. Yine de bütün  fakülte topu topu bir koridoru işgal ediyordu. Derslerin yanında okuma-yazma tutkum da devam ediyordu.

Asistan olmaya karar verdim
Okulu yatılı okumuştum ve yüksek mühendis-mimar olarak mezun olduğumda mecburi hizmet yapmam gerekiyordu. Zengin bir aile değildik. Babam vefat etmişti. Tekel Genel Müdürlüğü’nün inşaat şubesinde mecburi hizmetimi yapmaya başlamıştım. Annem ve Tıbbiye’de okuyan kardeşim Ankara’daydılar. Mezun olunca, Anadoluhisarı’nda bir yalı kiraladım ve onları da İstanbul’a çağırdım. Bir yıl sonra Yedek subaylık için Ankara’ya gidince yoğun olarak sanat tarihiyle ilgilendim. Mimarlık Fakültesi’ne asistan olmaya karar vermiştim.

Askerlik bitince o sırada rektör olan Emin Onat’a gittim ve mimarlık tarihi asistanı olmak istediğimi söyledim. Türkiye’de mimarlık tarihçisi yoktu, bazı hocalar gelir bir şeyler anlatır giderlerdi. Onat’ı, Mimarlık Tarihçisi olmak isteyen bir mimar biraz şaşırtmıştı. Emin Onat, fakültede ilk mimarlık tarihi ve rölöve dersleri vermeye başlayan İtalyan Prof. Verzone ile konuşmamı tavsiye etmişti. Verzone beni kabul etmeden önce Türkiye’de barok eserler hakkında bir çalışma yapmamı istedi. Birkaç ay bu eserleri inceledim. Yakın bir akrabamızın yardımıyla fotoğraflarla da güçlendirdiğim çalışmayı beğenen Verzone, 1952 yılının 15 Aralık günü Mimarlık Tarihi ve Rölöve Kürsüsü’ne beni asistan olarak kabul etti. Aynı gün de evlendim.

Şimdiki mimarlık fakültelerinde öğrenim gören öğrenciler elli sene öncekinden daha şanslı durumdalar. İçlerinde  kuşkusuz bir çok yetenekli genç var. Fakat bir motivasyon sorunu yaşanıyor. Cumhuriyetin ilk kuşakları olarak biz çok büyük bir heyecan ve motivasyonla yetiştirilmiştik. O motivasyonu bugünlerde göremiyorum. Motivasyon paraya indirgendi. Bu yaratıcılığı öldürür.

İtalya’da bir yılımı okuyarak, yazarak ve gezerek geçirdim
Mimarlık Tarihi sürekli öğrenmemi ve okumamı gerektiriyordu. Verzone bana bir şeyler öğretmek için çaba göstermez ama bir bilim adamı ve araştırıcı olarak örnek olurdu. Derslerini Fransızcadan çeviriyordum. Onunla Anadolu’yu dolaştım. Kapadokya ve Psidia’daki antik çağ ve Hıristiyan anıtlarını araştırdık. 1954 yılında yeterlilik tezi olarak “Osmanlı Barok Mimarisi Hakkında Bir Deneme” isimli çalışmamı hazırladım. Bu çalışmam Türkiye’de ilk kez batılılaşmayı bir mimarlık ve sanat tarihi sorunsalı olarak ele alması bakımından önemliydi. Yine aynı yıl, Rönesans mimarlığı konusundaki doçentlik tezimi hazırlamam için İtalya’ya gönderildim. Roma’da yaşadım. Tezimi Palazzo Venezia’daki büyük bir sanat tarihi ve arkeoloji kitaplığında hazırladım. Sabahtan akşama kadar o kitaplıkta, akşamları da evde çalışırdım. İtalyan hükümetinden de burs kazanmıştım. Karım da altı ay sonra gelmişti. Yaklaşık bir yıl kitap okuyarak, yazarak ve gezerek geçirdim. İstanbul’a döndüğümde ise “Osmanlı Dini Mimarisi’nde İç Mekan Teşekkülü-Rönesansla Bir Mukayase” adlı tezimle doçent oldum. Sanıyorum, o zaman daha zor bir profesör olma süreci vardı. Üç kitap yayınlanmadan profesör olunmuyordu. Şimdi iki makale yazan profesör oluyor. Verzone Mimarlık Tarihi ve Rölöve Kürsüsü’nden ayrıldıktan sonra Antik mimariden modern mimariye, restorasyondan rölöveye kadar bütün dersler bana kaldı. 1958 yılında eylemli doçent olarak  kürsünün sorumlusu oldum. 1993’te emekli olana kadar da bu görevi sürdürdüm. İlk dönemlerde geçinmek için proje yarışmalarına da girmiştim. Hatta ek gelir elde etmek için betonarme kalıp resmi bile çizerdim. 1954 ve 1958’de iki de çocuğum olmuştu. Annemle beraber oturuyorduk. 1958 senesinden sonra ilk kez Maçka Teknik Okulu’nda ek bir görev alarak ayrı eve çıkma şansı bulmuştuk.

İyi kitapların hepsi elimin altındaydı
60’lı yıllarda yurtdışından misafir hocaları çağırır ve ders vermelerini sağlardık. Fulbright’tan gelen biri sürü hoca vardı. Gelen Amerikalı hocaların çevirilerini yaptığım ve onlarla yıl içinde birlikte yaşadığım için İngilizce bilgim çok ilerlemişti. Beni Amerika’ya gitmem konusunda teşvik ettiler. Fulbright bursunu kazandım ve Michigan Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’ne misafir öğretim üyesi olarak gittim. Bir yandan iyi bir akademik ortamda kendimi yetiştiriyor, bir yandan da konuk öğretim üyesi olarak da dersler veriyordum. Farsça öğrenmeye çalışıyordum. 1963’te bir Harvard fellow’u olarak Washington’da Dumbarton Oaks Bizans Araştırmaları Merkezi’nde Anadolu Hıristiyan Yapıları Kataloğu üzerine çalıştım. Merkezin müthiş bir kitaplığı vardı. Profesörlük kitabını da yazmaya çalıştığım bir dönem olduğu için bu kitaplıktan ve başka kitaplıklardan da oldukça faydalanmıştım. Bizans ve İslam Mimarlığı konusunda iyi kitapların hepsi elimin altındaydı. Profesörlük tezimi o kitaplıkla hazırladım. Yurda döndükten sonra 1965’te “Anadolu Türk Mimarisinin Kaynak Sorunları” adlı tezimi tamamladım ve profesör unvanını aldım.

1965’de Uluslararası Anıtlar ve Sitler Konseyi’nin (ICOMOS) Türkiye kolunun kurulması için çalışmalara başladım. İtalyan profesörler benim ön ayak olmamı istiyorlardı. Bu ICOMOS’u kurdum, sonra devlet sahip çıktı. Ben 1975’e kadar  başkan olarak Türkiye’yi temsil ettim. O vesileyle yurtdışında çok bulundum. O sırada  Kalenderhane Camisi kazısı ve restorasyonunda ortak kazı başkanı ve restoratör olarak çalıştım. Finansmanını Harvard Üniversitesi’nin karşıladığı önemli bir projeydi.

Sağcı olmadığım kesindi; fakat komünist de değildim
1974’te Mimarlık Fakültesi’nin dekanlığına getirildim ve üç sene bu görevde kaldım. Dekanlığım sırasında çok huzursuz ve tehlikeli bir ortam ile ciddi bir politik baskı vardı. Mimarlık Fakültesi solcu bir okul olarak biliniyordu. Öğrencilerle aramın çok iyi olması nedeniyle beni de komünist zannediyorlardı. Sağcı olmadığım kesindi; fakat komünist de değildim. Zaten ömrümde hiçbir ideolojiyi izlemedim. Sadece dünyadaki gelişmeleri çok yakından takip ediyordum. Karanlık günlerdi. Okul işgal ediliyor, adamlar öldürülüyor ve polis baskınları oluyordu. Korkudan başka asistanların evlerinde kaldığım, kıyafet değiştirdiğim bile oluyordu. Dekanlık görevim biterken Amerika’ya çağırdılar. Ben de yeniden Kalenderhane Monografisi üzerinde çalışmak için Dumbarton Oaks’a gittim. 1979’a kadar Amerika’da kaldım ve kitap yazdım. Olağanüstü bir çalışma ortamıydı. Şanslı bir dönemimdi. O sırada beni Ağa Han Mimarlık Ödül yürütme komitesine aldılar ve dört buçuk yıl onlarla çalıştım. Zengin bir organizasyondu. 1980’de M.I.T. kurulan İslam Mimarisi Kürsüsü’nün ilk profesörü oldum. O vesileyle dünyanın bir çok ülkesini dolaşma imkanı buldum. Kısacası 1965-1985 yılları dünyanın önemli üniversiteleri, düşünürleri, sanatçıları ve ülkeleriyle tanıştığım. Özellikle İslam ülkelerini görmek fırsatını bulduğum bir uzun dönem oldu. Ağa Han Ödülü’nde 1983 yılına kadar aktif olarak çalıştım. Fakat eşimin kanserden bir gözünü kaybetmesi ve 1999 yılındaki vefatına kadar olan yaşamımız sancılı olmuştu.  

Birçok ülkede bulundum. Ben de Türkler gibi gittiğim yere kolay adapte olurum. Öncelikle dil öğrenmeye çalışırım. Almanca ve Fransızcayı çocukken evde kendi kendime öğrenmiştim. Babam Fransızca biliyordu ve evde bir sürü Fransızca kitap bulunuyordu. Doçentlik sınavına Fransızca’dan girmiştim. İtalyancayı İtalya’da doçentlik tezimi hazırlarken öğrenmiştim. İngilizceyi ise tam olarak Amerika’da kavradım. Orada hem İngilizce ders veriyor hem İngilizce öğreniyordum. 

Kendi kendimi yetiştirmek zorundaydım
1993’te emekli oldum. Mimarlık Tarihi ve Rölöve Kürsüsü Başkanlığı, Mimarlık Tarihi ve Restorasyon Kürsüsü Başkanlığı yaptım. 1983’te YÖK Yasası çıktıktan sonra mimarlık tarihi ayrı bir kürsü oldu. Ben de Restorasyon Anabilim Dalı Başkanlığı görevini devraldım. Mimarlık tarihçisi olmama rağmen restorasyonu sadece daha rahat olmak için seçtim. Göreve başladığım yıllarda mimarlık tarihi ve restorasyon pek dikkate alınmazdı. Mimarlık tarihi konusunda Türkiye’deki ilk profesyonel profesör sayılabilirim. Çok çaba sarf ettim. Kendi kendimi yetiştirmek zorundaydım. Modern mimarlık tarihini, İslam mimarisini ve Türk mimarisini ayrıntılı ve sistematik olarak mimarlık fakültelerinde ilk anlatanlardan biriyim. Önceleri herkesin yaptığı gibi yurtdışı yayınları tercüme ederek öğreniyor ve öğretiyorduk. Yaşım ilerledikçe kendi yorumlarımı da kattım. Fakültede MTRE (Mimarlık Tarihi ve Restorasyon Enstitüsü) kurdum. YÖK Yasası ise 80’li yıllarda enstitüyü kaldırdı.

Yabancı üniversitelerde bilimsel çalışmanın ölçütlerini öğrendim
Mimarlık tarihçisi olmak zor bir uğraş. Öncelikle tarih öğrenilmesi lazım. İyi tarih bilmezseniz iyi mimarlık tarihçisi olamazsınız. Sanat tarihi iki yüz yıllık bir disiplin. “Şu cami şu tarihte yapıldı” diyerek mimarlık tarihçisi olunmaz. Avrupa’da kuramlar üretilmiş. Kuramsal bir temel lazım. Bunları öğrenmek sanat felsefesi öğrenmek demek. Yurtdışında bulunmamın, sanat ve mimari tarih literatürünü izlemenin çok faydasını gördüm. İslam dünyasının her köşesinde ve Avrupa’daki seminerlerde dünyanın Müslüman ve Müslüman olmayan en büyük mimar ve sanat tarihçileri ile  tanışıp, tartışma olanağı da buldum.

Osmanlı’nın dünya sanat tarihine ne katkısı varsa hepsini ele aldım
Emekli olduktan sonra daha verimli olduğumu söyleyebilirim. Yirmi beş kitap ve çeşitli dillerde yüzlerce makale yayınladım. Bugünlerde de sekiz yüz sayfalık Osmanlı Mimarisi Tarihi adlı kitabım basılmak üzere. Türk döneminin Anadolu’da iki büyük yaratısı var; birisi büyük kubbeli yapı, diğeri de ahşap konut. Ahşap hayatlı ev Anadolu’da gelişip, önce İstanbul’a, ardından da Avrupa’ya etkileriyle kendine özgü bir karakter kazanmış. Kubbeli yapıların ise bize özgü bir yorumu var. Bunun ustası da Mimar Sinan. Ne ondan önce ne de ondan sonra onun kadar yaratıcı bir Osmanlı mimarı yetişmedi. Osmanlı, Selçuklu, İstanbul, Türk sanatı, Türk konutu, Selimiye, Sinan, İslam mimarisi restorasyonu, mimarlık kavramları ve benzer konularda kitaplarım var. Osmanlı’nın dünya sanat tarihine ne katkısı varsa hepsini ele aldım. Türk sanatının kapsadığı her konuyu işleyen kitaplar yazdım. 1970’lerde “100 Soruda Türkiye Sanatı” isimli bir kitabım çıkmıştı, hala da basılıyor. Aynı dönemde çıkan Mimarlık Kavramları adlı kitabım da hala basılıyor. Profesörlük kitabımda Anadolu Mimarisinin Kaynak ve Sorunlarını ele almıştım. Kitaplarım arasında “İstanbul Bir Kent Tarihi” kitabım Bizans dönemini de içerdiği için sevdiğim bir yapıttır. “Selçuklu Çağında Anadolu Sanatı” da bu konuda kapsamlı bir çalışmadır.

Yazılarımı genelde bilgisayarda yazıyorum. Ama elimde kağıt kalemle dolaştığımdan sokakta da bir şeyler yazarım. Bir sürü proje hayal edip onları gerçekleştirmeye çalışırım. Bugünlerde, Osmanlı bilimsel kültürü ile Avrupa’nın bilimsel kültürünün karşılaştırmasını yapmaya çalıştığım bir kitap hazırlıyorum. Osmanlı’nın neden yok olduğu ve geri kaldığını araştırıyorum. Hep bir şeyler öğrenmek istediğim için kendimi her an hayata yeni başlamış gibi hissediyorum. Çok fotoğraf çektim. İşimin bir gereği gördüğüm için fotoğraf makinesiyle dolaşırdım. Otuz bine yakın slaytım var. Fotoğrafları didaktik amaçla çekerdim. Derslerde ve konferanslarda kullanacağım görselleri kendim hazırlardım. Artık dijital makineler kullanıyorum. 

Herkes petrolden; biz ise toprak yağmasından para kazandık
Restorasyon konusu Türk kültüründe yer tutmuş bir olgu değil. Kendi tarihimizi doğru düzgün bilmiyoruz. Önce tarihini bilecek ve seveceksin. Sevdiğin için korumak isteyeceksin. Ondan sonra korumanın yöntemlerini inceleyeceksin. Bugün kente yerleşen insanın kentten haberi yok. Kentli de olmamış. Politikacılar da aynı nitelikte. Onların uygun yasa çıkarması, uygun koşullar yaratması söz konusu değil. İhale yasaları ve kurulların seçimi felaket. Onun için restorasyonlar çoğu kez kötü. Türkiye ekonomisinin ana problemi arsa yağması ve yapı spekülasyonudur. Herkes petrolden; biz ise toprak yağmasından para kazandık. 

Türkiye inşa edilmemiş bir ülke
Türkiye inşa edilmemiş bir ülke. En önemli sorunumuz  inşa etmek. İstanbul neredeyse on beş milyon oldu. Yapılar bu hızın ve yoğunluğun yarattığı sorunların yanıtı olamıyor. Köylü, kente özgü davranışları edinemiyor. Okuma yazması yarım yamalak olanları kentlileştiremiyorsunuz. Sonunda ne köylü oluyor ne şehirli. Her taraf kutu kutu bina dolu. Binaların çoğu alt yapıyla birlikte düşünülmüyor. Önce bina yapılıyor, sonra yol geliyor ve kanalizasyon açılıyor. Topraksız köylü, buraya gelip, politikacılar ve mafyayla işbirliği yapıp, oy karşılığı ucuz ya da bedava arsa elde etmeye başlıyor. Bunun önüne geçecek hiçbir şey yok. Birisi oy almak istiyor, diğeri ev sahibi olmak istiyor. Bu ikisi çok iyi örtüştü ve Türkiye kentlerini bir kaosa sürükledi. Kontrol de yapılamadı. Çünkü kontrol kavramı toplumun kentsel kültürüyle paralel bir olgu. 

Büyük şehirlerde hiçbir şey korunamadı
İstanbul Büyükşehir Belediyesi sur içini lüks bir Osmanlı şehri yapacağım diyor. Bunun koruma fikriyle bir ilgisi yok. Olmayan binayı icat ederek yeniden konak yapmak gibi komik şeyler üzerine kafa yoruluyor. Türkiye’de planlama gibi restorasyon da kolay değil. Tek yapılar dışında şehir strüktürüyle de ilgili bir koruma yok. İstanbul Teknik Üniversitesi ile Safranbolu Belediyesi bir araya gelip Safranbolu projesi hazırlamıştık. Orası bir ölçüde korunabildi. Fakat onun dışında büyük şehirlerde sistematik olarak hiçbir şey korunamadı. 1970’lerde İstanbul’un koruma planı için çok geniş, sokak sokak bir koruma alt yapısı hazırlamıştım. O zamanlar korunmasını istediğimiz mahalleler ve hatta tasdikli planlar bile yok oldu. Bu kendimizle alay etmek demek. Tarih kültürü olmayan bir toplumda eski eser koruması  olamıyor. Dünya yaptığı için güya biz de yapıyoruz. Turizm yapıyoruz, gökdelen yapıyoruz, uçak yapıyoruz, koruma yapıyoruz. Ama hepi “mış” gibi oluyor.

Halk sahip çıkmazsa politikacı da sahip çıkmaz
Restorasyon, kültüre duyarlı bir konu. Restorasyon estetik, kültürel bir değeri olan bir artifakt’ın özelliklerini koruyarak tamir edilmesi demek. Korunacak özellikleri düşünmek lazım. Her yapıt tam anlamıyla korunamaz. Her yapının her yeri çok önemli değildir. Her noktada yeniden karar verilir. Kararda esas olan şey toplumun, “değeri olan kültür varlığını korumam gerekir” düşüncesine sahip olması. Bunun gelişmesi için, mimarlık tarihi ve sanat tarihi bilincinin de gelişmesi şart. Sokaktaki insan için bu şimdilik bir hayal. Halk sahip çıkmadıkça, politikacı da sahip çıkmaz; uzman da sahip çıkamaz.

Restorasyonu en ucuz yapana veriyorlar
Restorasyon tamir demek değil. Tamirde yapının korunması diye bir şey söz konusu değildir. Restorasyonun ise çok dikkatli yapılması gerekir. Önemli olan yapının kendisidir. Bu, bina yapmak değildir. Bizde ise tek kıstas ucuzluk. Restorasyonu en ucuz yapana veriyorlar. En ucuz yapanın en kötü olması olasıdır. İyi işler yapan, uzmanlaşmış mimarlar da var ama politik ortam, örgütlenme, belediyelerin durumu buna pek olanak vermiyor. Restorasyonun özel ve pahalı bir şey olduğu kabul edilirse çok iyi uygulamalar yapacak uzmanlara da sahibiz. Beni çok rahatsız eden bir sürü restorasyon uygulaması var. Anadolu’da yapılanların çoğu rezalet. Çok fazla olmasa bile iyi korunan yapılarımız da var ve bunların sayıları gün geçtikçe artıyor. Çünkü duyarlılıklar da her gün biraz artıyor.

Her mimar restorasyon yapamaz
Her mimar restorasyon yapamaz. Restorasyon karmaşık bir olay. Bazı binaların yaşaması için değişmesi gerekir. Değişiklik yapılmazsa yaşayamaz. Değişiklik yapılmadığı takdirde de o mekanda kimse yaşayamayabilir. Dolayısıyla orada sadece restoratörlük yetmez, yetenekli bir mimar olmak da gerekir. Restoratörlerin ise çoğu yetenekli mimar değil. Yetenekli mimarların da çoğu restorasyonu ya da mimarlık tarihini bilmiyor. Şehrin parçaları olan çeşitli yapıları, fabrikaları, eski binaları ve mektepleri restore etmek başka, Süleymaniye Camii’ni restore etmek başka. Birine dokunmayacaksın, aldığın her şeyi yerine koyacaksın, saklayacaksın; diğerine ise müdahale edeceksin ki yaşasın. İkisi arasındaki denge çok önemli. Bunları yetişmiş insanlar yapabilir. İyi bir mimar, değişme gerektiği zaman kurallara uyarsa restoratörden daha iyi yapabilir.

Cahil halkın seçtiği insanlar da cahil oluyor
Türkiye’ye çok partili rejimin erken gelmesi bir takım olumsuzluklar yarattı. Demokrasi bazı şeyleri çözmez. Sorun Türkiye’de demokrasi adı altında gerçek temsil olmaması. Mecliste 360 milletvekilini yüzde 25 oyla seçmişiz. Halkın yüzde elliden fazlasının oyu havaya gitmiş. Türkiye nüfusunun yarısı kadın. Mecliste ise üç beş tane kadın var. Dolayısıyla kadın da temsil edilmiyor. Böyle bir sistem demokrasi değildir. Ama dünyada daha kötüsü de var. Demokrasi varmış gibi gözüküyor, ama iş karar vermeye geldiği zaman olmuyor. Cahil olan halkın seçtiği insanlar da cahil oluyor. Bu insanlar çağdaş dünyanın gerektirdiği konular hakkında karar veriyorlar. Olmayacak şeyler dile getiriliyor. Planlama yok, çünkü plan yapacak adam iş başına getirilmiyor. Önce yağma geliyor sonra plan. Yağmayla plan yan yana olmaz. Yarıdan fazlası kaçak olduğu söylenen 15 milyonluk bir şehrin planı olur mu? On beş milyon kişi devlet demek. Yüzde 60’ı kaçak olan bir yerde belediyeden söz edilebilir mi? Bir tarafta güzel bir  park, bir kaç yüzüne bakılır bina... Bu kadar yoğun bir yapılaşma içinde  bunlar kuşkusuz olabilir. Ama trafikte günde üç saat harcanıyor. İstanbul’da ulaşım çökmüş. Politik sözler bu gerçeği değiştirmez. Bu  sorunlar bir kaç kişinin suçu değil.  Cehalet birikimi. Aklına rüyasında bir şey gelen politikacı, “bu harika” diye düşünüyor.

İstanbul’a egemen olan kültür “ilkel”
İstanbul’a egemen olan kültür ilkeldir. Şehir, yarattığı sorunların yanıtlarını verecek güçte değil. Hep geride kalıyor, sorunlar yığılıyor. İnsanlara krediyle ucuza otomobil satılıyor ve trafik felç oluyor. İstanbul’un iki yüz kilometre kıyısı var. Bu kıyı ve deniz maalesef kullanılmıyor. Denizi, şehrin ana ulaşım sistemine entegre etmedikçe sorunlar çözülemez. 300 kilometre uzunluğunda bir metro ağına ihtiyacımız var. O metroyu yaratmadıkça İstanbul’un sorunu köprülerle, tünellerle yol genişletmelerle çözülemez.

Çirkin koşullarda yaşayan insanların hayatına çözümler getirilmeli
İstanbul’da insanların yarısı kaçak yapılarda, yüzde 95’i de kötü binalarda yaşıyor. Ama biz hep iyi binalarda yaşadığını farz ettiğimiz yüzde beşten bahsediyoruz. Geri kalanlar nerede yaşıyor, ne zaman değişecek onların yaşamları?.. Artık mimari söylemin bunu içermesi gerekir. Devamlı üstün yapılardan, primadonnalardan bahsetmek anlamsız. “Çoğunluğun yaşadığı mekanları nasıl daha iyi yapabiliriz?” sorusuna cevap aranmalı. Kötü koşullarda ve çirkin ortamlarda yaşayan insanların hayatına ışık getirmek kanımca mimarın temel kaygısı olmalı. 

Kültürsüzlüğün duvarına çarpıyorum
Dünyada belki de Türkiye kadar tarihi mirası çeşitli ve zengin başka bir ülke yok. Mimarlık tarihi açısından Türk dönemi içinde yapılmış çok büyük iki yapıtımız var; birisi Selimiye Camii diğeri de Divriği Ulu Camii. Divriği Ulu Camii dünyada da eşi olmayan bir yapı. Olağanüstü bir dünya mirası. Yaklaşık sekiz yüz sene önce yapılmış. Bezeli taç kapıları kanımca bir heykel mucizesi. Ahlatlı Hürremşah’ın yapıtının İslam mimarisinde bir benzeri yok. Onu bir heykel gibi sonsuza dek korumak gerekiyor. Bu müzelik bir şaheser. 800 yıllık taş sürekli eriyor. Ama en kolayı yerinde korumak. Hava etkilerine sürekli açık olduğu için ne yapsak fayda etmez. El oyası kadar ayrıntılı bir işlemesi var. İçine kar suyu giriyor, don oluyor ve çatlıyor. Taş kirleniyor. Üzerinin örtülmesini önerdim ama özel bir yasa çıkması gerekiyor. Yasa teklifi verildi ama Meclis kabul etmedi. Çünkü yasa önerisini bir CHP’li vermişti. CHP’ye “Hayır” demek, Divriği’yi kurtarmaktan daha önemli oluyor. Kırk yıldır uğraşıyorum ama kültürsüzlüğün duvarına çarpıyorum.

Entelektüel çaba yeterli değil
Tarihi mirasa az okumuş bir toplum sahip çıkamıyor. Çok büyük hızla gelişen, büyüyen ve sayısal olarak artan toplumumuz maalesef cahil. Politik egemenlik de bunu yansıtıyor. Bilgi bir egemenlik aracıdır. Büyük ve zengin bir mimarlık tarihine sahibiz ama onu koruyamıyoruz. Politik güçler kültüre ağırlık vermiyorlar. Toplumun kendi maddi varlığına sahip çıkması, örgütlenmesi gerekiyor. Para sadece devletten değil halktan da gelmeli. Türkiye’de bu yok. Onun için mimarlık tarihi mirasımızı ne inceleyebiliyoruz ne de koruyabiliyoruz. Her şey toplumun kültürleşmesine bağlı. 

Şimdiye kadar doğru bulduğum şeyleri yazdım, çizdim ve kitaplar yayınladım. Ama bu çabalar pratiğe pek yansımadı. İstanbul’u, İzmir’i ya da Gaziantep’i kurtaramadık. Koruma planları yürümedi. Bazı güçlere ve eğilimlere çarptı. Toplumun genel seviyesine bağlı olarak entelektüel çaba yeterli değil. Sadece çağrıda bulunabiliyorum. Ona katılanlar artar da günün birinde kamuoyu oluşursa daha iyi gelişmeler olabilir.

Artık şehirleri görmeyi seviyorum
Okumayı ve seyahat etmeyi çok severim. Hobilerimin skalası geniştir. Felsefe, şiir ve tarihle sürekli uğraşırım. Modern resim ve modern sanatla ilgili Kültür Bakanlığı’na ve İstanbul Bienali’ne danışmanlıklar yaptım. Resimle ve estetikle ilgili bir çok makale yazdım. Bu yaşımda bile değişik dillere ilişkin bir şeyler öğrenmek hoşuma gidiyor. Çok dolaştığım için artık gezilerimde müzelere gitmek hoşuma gitmiyor. Müzelerden çok şehirleri görmeyi seviyorum. Uzun seyahatlere çıkmak beni zorluyor. Güney Amerika’yı, Müslüman olmayan Hindistan’ı ve Japonya’yı görmem gerek. Fakat en sevdiğim ülkeler Avrupa’da. Gezme açısından en güzel yerin Avrupa olduğunu düşünüyorum. 

Ödülleri, “Bu ihtiyarlara verelim” demeleri normal
Ben cumhuriyetle birlikte büyüdüm. Bir çok şeyi iyi ya da kötü kurduk, adam yetiştirdik. Dolayısıyla, “Hadi birisine ödül verelim” dedikleri zaman, “Yıllardır bu işi yapıyor. Bu ihtiyarlara verelim” demeleri normaldir. Dolayısıyla bir sürü ödül aldım. Ama beni en çok etkileyen Türkiye Bilimler Akademisi Şeref Üyesi olmam. Çünkü yaptıklarımın bilimsel bir içeriği olduğunu düşünerek verdikleri bir ödüldü. Onun dışında Kültür Bakanlığı, Mimarlar Odası ve TÜBİTAK gibi kurumların hapsinden ödül aldım. Aynı zamana Amerikan Mimarlar Enstitüsü’nün ilk Türk şeref üyesiyim. Bu da onur verici bir şeydi. Sahiden bir şeyler yapıp da başkaları tarafından değerlendirildiğini görmek mutluluk vericidir.

Cahil toplumun ahlaklı olması zor
Türkiye’deki davranışların niteliğini düşüren sayıdır. Çünkü sayıya tekabül eden bir eğilim ve örgütlenme gerekiyor. Örgütlenme için daha çok çaba, düşünme ve motivasyon gerekir. Namus da gerekir. Oysa cahil bir toplumun ahlaklı davranması çok zor. Türkiye’de ahlaksız insan cahil olduğu için böyle; kötü bir adam olduğu için değil. Anlamadığı ve bilmediği için ahlaksız. Ahlaktan ille hırsızlık ya da gündelik dilde kullanılan namus anlaşılmasın. Topluma karşı sorumluluk hissi kendiliğinden var olmayan ve kültürle oluşan bir niteliktir. Gelişmemiş toplumlar kendi kendilerini aldatırlar. 

Türkiye’yi kurtaracak tek şey “akıl” ve “bilim”dir
Atatürk’ü reddeden profesörler de yetiştirdik. Ama Atatürk 20. yüzyılın yetiştirdiği en büyük devlet adamıydı. Geçenlerde Cumhuriyet Gazetesi’nde de yazdım; Atatürk 1933’te, “Benim tek mirasım akıl ve bilimsel düşüncedir” demiş. Bundan daha açık ve seçik konuşan bir devlet adamı yoktur. Hiçbir devlet adamı ve devlet kurucusu böyle bir şey söylememiş. Son zamanlarda bilimi reddeden akımlar moda oldu. Bilimin yeterli olmadığını savunuyorlar. Kanser bilim olmadan çözülebilir mi, enerji sorunu laboratuvarda çalışan bilim adamı olmadan çözülebilir mi? Bilime karşı çıkmak bir safsata. Bilim gerekli ihtiyaçlara karşı çözüm arayan bir şey. Akıldan başka bir şey yok. Duygu var ama duyguyu anlatmak için de akıl lazım. Duyulan hissedilenler de ancak akıl ve mantık yoluyla dile getirilebilir. Yoksa şempanzeye dönersin. Türkiye’yi kurtaracak tek şey akıl ve bilimdir.  Bunun dini inançla çatışması da gerekmiyor. Laiklik de bundan ibaret. Aksi halde bu politik kavga içinde Türkiye’nin başına bir sürü bela gelecek.

İnsanlar yüksek yapılardan vazgeçecekler
Son dönemde bütün konutlar yüksek kutuya benziyor. Ben böyle bir evde hiç yaşamadım. Aklım da ermiyor. Bir insanın kutu gibi bir evde 18. katta oturmasını anlayamıyorum. New York ya da Tokyo’da bu olabilir. Oralarda zaten başka şansın yok. Bu yapılar pis bir toprak spekülasyonu ortamında ortaya çıkıyor. Amerika üç tane bomba icat etti. Birisi atom bombası, biri otomobil, birisi de gökdelen. Bunlar oldukça insanlar mutlu; şehirler de şehir olamazlar. Yüksek binalar, insanların mutlu yaşaması için değil; teknolojinin insan hayatına soktuğu ve arkasında para kazanma mekanizmasının yattığı bir sistemin ürünü. Yağma sürecinde oluşmuş bir durum. İnsanlar bundan er geç vazgeçecekler. İnsanları mutlu eden bir durum değil bu. Zenginler gökdelenlerde yaşamıyor. Bugünkü teknoloji ve iletişim olanaklarıyla dağ başında da işlerini devam ettirebilirsin. Tabiattan kopmuş bir insanın mutlu olacağına inanmıyorum. Bugünkü iletişim koşullarında, 19. yüzyıldan kalan aptal sanayi yoğunlaşmasının içinde yaşamak saçma bir şey. Yüksek yapıya karşı olduğum kadar otomobile de karşıyım. Otomobil bence dünyadaki en akılsız araç. Sokaklarda üst üste yığılmış arabaları gördüğüm zaman insanların akıllı yaratıklar olduğuna inanmıyorum. 

“Beton” ve “iletişim” olanakları farklılaşmayı ortadan kaldırdı
Anadolu’yu eskiden severdim ama şimdi gitmeye korkuyorum. On beş bin kişilik şehirler beş yüz bin nüfusa ulaşmış. Her yer birbirine benzemeye başladı. Tarihi miras yok oldu. Denizli de aynı, Ümraniye de aynı. Farklı bir şey yok. Beton ve iletişim farklılaşmayı ortadan kaldırdı. Eskiden bir yere gidip “Ne kadar güzel” derdik. Görmekten hoşlandığım yerler de oluyordu. Şimdi ise bir çok yer beni ilgilendirmiyor. Elazığ, Erzurum ve Mersin yok olmuş. Diyarbakır hapı yutmuş. Ankara’ya ayağımı bile basmak istemiyorum.

Türkiye’de eleştiri kavramı gelişmedi
Bazen güzel şeyler de ortaya çıkıyor. Binlerce bina yapılıyor. Doğal olarak içlerinde de bir iki tane güzel bina olabilir. İyi restorasyon örnekleri hala var. Fakat Türkiye’de felsefe olmadığı için maalesef eleştiri kavramı ve kavramsal düşünce pek gelişmedi. Az gelişmiş bir toplumda eleştiri yaptığın zaman küfür etmiş sayılıyorsun. Eleştiriyi henüz Türk toplumu ne anlıyor ne de hazmediyor. Eleştiri olmayınca ne bir yapının ne de herhangi bir şeyin insanla ilişkisini anlamak olası değil.

 

Yalitim Dergisi | Kasım - Aralık 2006 / Sayı 63

bottom of page